SİNAN GENİM'E
60. Yaşında
ARMAĞAN MAKALELER
Kitabındaki bir makale:Sayfa: 458-481
Önder Küçükerman:
Tanzimat Dönemi Devlet Adamlarından Fethi Ahmed Paşa ve Türk Cam Sanayiinin Gelişimine Katkıları
Yayın Kurulu: Ara Altun, Koksal Anadol, Oktay Belli, Oğuz Ceylan, Dila Çakıl, Havva İşkan, Ebru Karakaya, Belma Barış Kurtel, Nazan ölçer, Coşkun Özgünel, Serafettin Yılmaz
Editör: Oktay Belli, Belma Barış Kurtel
Düzenleme Kurulu: Dila Çakıl, Ebru Karakaya, Belma Barış Kurtel, Sinan Şenil
Tasarım - Uygulama: Savaş Çekiç Tasarım Atölyesi Havyar Sokak 27/3 Cihangir 34433 İstanbul T: 0 212 249 69 18 F: 0 212 245 50 09 E: [email protected]
Redaksiyon: İsa Kayaalp
İngilizce Çeviri - Düzelti: Mete Aksan
Kapak Fotoğrafı: Murat Germen
Baskı - Cilt: MAS Matbaacılık A.S- Dereboyu Caddesi Zagra Binası Maslak 34398 İstanbul
ISBN 975–00011–1–7
©2005
Dağıtım: Ege Yayınları. Arslanyatağı Sokak 35/2 Cihangir 34433 İstanbul
SİNAN GENİM'E
60. Yaşında
ARMAĞAN MAKALELER
İÇİNDEKİLER
ix Teşekkürler
xi Sunuş
Oktay Aslanapa
xiii önsöz
Nurhan Atasoy
xv Mustafa Sinan Genim
Ara Altun-Belma Barış Kurtel
2 Ayşen Akpınar: Avrupa Birliği'nin Eşiğinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde Turizmin Gelişimi Çevre Koruma ve Sürdürülebilirlik
16 Hüsamettin Aksu: Bodrum-Kadıkale'deki Tarihî İki Çeşme
24 Işık Aksulu: Tarihsel-Kentsel Alanların Yeniden Kazanımında, Sürdürülebilir Kentsel Yenileşme Modeli 'York Kenti'
38 Köksal Anadol: Bosna-Hersek Mostar Köprüsü Restorasyonunda Türklerin Katkıları
50 N. Gül Asatekin: İlköğretim İkinci Kademe Öğrencilerinde Restorasyon/Koruma Bilincinin Niteliğinin Saptanması Konusunda Ders Kitaplarının Rolü
70 Oktay Aslanapa: Mimar Sinan'dan XVI. Yüzyıl Türk Evi Tipi
82 Tomur Atagök: Sanayi Mekânlarından Sanat Mekânlarına
96 Nurhan Atasoy: Bir Çiçek Katalogu, Bir Osmanlıca Çiçek Sözlüğü
134 Sümer Atasoy: Tarihe Saygı, Kültürel Miras ve Koruma: TURİNG Örnekleri
138 Beşir Ayvazoğlu: Yahya Kemal'de 'Türk İstanbul' Fikrinin Doğuşu
148 Nezih Başgelen: 1890'lardan 1940'lara Fotoğraflarla Antalya-Kaleiçi
154 Oktay Belli: Doğu Anadolu Bölgesinde Urartu Krallığı'nın Kale, Saray, Kent ve Konut Mimarlığı
172 Oktay Belli-Can Avcı-I. Zeynep Konuralp-İsmail Ayman: Iğdır Ovasında Urartu ve Erken Demir Çağı Kaleleri ile Nekropollerinin Araştırılması
196 Can Binan: Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Mimari Koruma Üzerine Yorumlar
210 Demet Ulusoy-Binan: Yeniköy Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi
230 Erkan Bora: Reddedilmeyen Geçmiş, Gölgelenmeyecek Bir Gelecek: Abdülmecid Efendi Köşkü
242 Cafer Bozkurt: Tarihî İstanbul Nasıl Korunur, Nasıl Yaşatılır ve Geleceğe Nasıl Miras Bırakılır?
246 Can Çağdaş: Akdenizli Aziz Dostum
252 Cenk Çakıl: Iş'te İnsan Yaşamı
266 Dila Çakıl: Çağlar Boyu Konuk Habercisi: 'Kapı Tokmakları'
276 M. Burak Çetintaş: Osmanlı Mimarisinde 'Muhdes' Yapı ve Bazı İstanbul Camilerindeki Örnekler
288 S. Ahmet Ergelen: Zeyrek Tarihî Dokudaki Yapılaşmaya Kişisel Bir Bakış
302 Metin Eriş: Kentlerimiz, Yağmalama ve Kentleşmenin Karnaval Boyutu
312 Özlem Eşsiz: Çelik Strüktürlerin Dünden Bugüne Gelişimi
326 Semavi Eyice: Selanik Ayasofya’sı ve Garip Bir Restorasyon Projesi
348 M. Azra Genim: Ut Pictura Poesis (Şiir Resim Gibi)
362 Zekai Görgülü: Yeni Ama Yinelenen Birliktelik: Koruma ve Katılım
370 Nuri Gürgür: Tarihi Yapmak, Yazmak ve Sevmek Üzerine
376 Necati İnceoğlu-Meral Erdoğan-Ayhan Böyür-Tuğrul Yazar: Üç Dönüşüm Projesi
382 Feyhan İnkaya: Sadrazam Koca Râgıb Mehmed Paşa Kütüphane, Sıbyan Mektebi ve Türbesi
398 Havva İşkan-Fahri Işık: Likya Ev Mimarisi Üzerine
416 Hrisostomo Kalaycı: Mira Hakkında Yeni Tespitler (Dünden Bugüne Mira)
424 Enis Karakaya: Bizans İstanbul’u Sur Dışı Mimari Materyalleriyle ilgili Koruma Amaçlı Bir Rapor
442 Cemil Kıvanç: Ekonomik Sistemde Kültür Yapısının Etkinliği
450 Taner Korkut: Attaleia ve Alp Paşa Oteli
458 Önder Küçükerman: Tanzimat Dönemi Devlet Adamlarından Fethi Ahmed Paşa ve Türk Cam Sanayiinin Gelişimine Katkıları
482 Emre Madran: Koruma Alanındaki Yeni Yasal Düzenlemelere İlişkin Notlar
492 N. C. Moutsopoulos: İki Halkın Kültürel Geçmişiyle ilgili Ortak Bir Düşünce önerisi
498 Selçuk Mülayim: Nusretiye'nin Açılışı
508 Ferudun Özgümüş: İstanbul'da Kayıp Olduğu Sanılan İki Tarihî Eser: Şeyh Murad ve Kadıgüzel Mescidleri
516 Coşkun Özgünel: Gülpınar-Tuzla Ovasındaki Roma Köprüsü
526 Zübeyde Cihan Özsayıner: Sinan Camilerinde Hat Sanatı
536 Bahattin Öztuncay: Panorama Fotoğraflarda İstanbul
544 Şahabettin Öztürk: Geleneksel Van Evlerinde Bir Ev (Mustafa Dilaver Evi)
556 Suphi Saatçi: Musul Salnamesi’ne Göre Irak'ta Türkmen Yerleşim Bölgeleri
566 M. Oğuz Sinemillioglu: Tarihsel Alanlarda Yeşil Alan ve Şehirsel Koruma İlişkisi: Diyarbakır Örneği
576 Zeki Sönmez: Osmanlı Mimarlığında Sanatçı Profilleri: Mütefekkir, Siyasetçi ve Mimar-Mühendis Hacı ivaz Paşa
592 Ömer Faruk Şerifoğlu: Boğaziçi'nde 200 Yaşında Bir Biblo: Küçüksu Çeşmesi
602 Hüsrev Tayla: Geçiş Elemanları ve Stalaktitler
620 Yavuz Tiryaki: Namazgâhlar Üzerine Bir Ön Çalışma: 'Mihraplı-Minberli Namazgâhlar'
634 HâleTokay: Beyoğlu'nda Bilinmeyen Bir İtalyan Yapısı: 'İtalyan İşçi Derneği-La Societâ Operaia Italiana'
642 Mehmet Top: Urmiye Mescid-i Cum'ası ve Mihrabı
656 G. Esra Genim-Üryani: Kültür Tarihinde Tavus Kuşu
672 Asnu Bilban-Yalçın: Byzantion'un Tarihsel Topografyası
698 Nurettin Yardımcı: Harran Kazı ve Restorasyon Çalışmaları
718 Gülgün Yılmaz: Osmanlı Devleti'nin Katıldığı Uluslararası Tarım, Endüstri, Sanat Sergileri ve 'İane Sergisi'
730 Erdem Yücel: Cumhuriyet'ten Günümüze Restoratör Mimarlar
750 İngilizce Özetler-Summaries
818 Dizin
Tanzimat Dönemi Devlet Adamlarından
FETHİ AHMET PAŞA
ve
TÜRK CAM SANAYİİNİN GELİŞİMİNE KATKILARI
Prof . Önder Küçükerman
Bu yazı, Fethi Ahmet Paşa ile akrabalık bağları olan
Renan Genim ve Sinan Genim’e armağan edilmiştir.
FETHİ AHMET PAŞA
Fethi Ahmet Paşa, Osmanlı devletinin batı sanayii ile yakın ilişkilere girdiği tarihlerde, çok önemli görevlerde bulunmuş olan, birçok yararlı girişimi yanında Türk cam sanayiinin kurulma ve geliştiril¬mesinde de önemli roller oynamış bir kişiydi.
Semerkand çevresinden gelmiş olan Fethi Paşa’nın ailesine Kanuni döneminde Rodos sancak beyliğinin verilmesi nedeniyle “Rodosizade Damat Fethi Ahmet Paşa” da denilmiştir.
Kendisi 1801-1854 yılları arasında yaşamıştır. Enderun’da yetişmiş, Tanzimat ile birlikte yeni kurulan “Mansure Askeri” teşkilatında yer almıştı. 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda gösterdiği yararlık nedeniyle “Miralay” yapılarak padişah yaveri görevine getirilmişti. 1835 yılında Viyana’ya elçi olarak atanmış, bir yıl sonra İstanbul’a döndüğünde “Müşir” olmuş ve Aydın valiliğinden sonra Paris elçiliğine atanmıştır. 1839 yılında İstanbul’a dönmüş ve “Meclis-i Vala” azalığı görevi verilmiştir.
Fethi Ahmet Paşa 1824 yılında Sultan II . Mahmud’un kızı ve Sultan Abdülmecit’in kız kardeşi olan Atiye Sultan’la evlenerek “Damat” olmuş ve bu evliliği 1850 yılına kadar sürmüştür.
1840-1843 yılları arasında “Ticaret Nazırlığı”, “Meclis-i Vala Reisliği”, “Seraskerlik Tophane Müşirliği” görevinde bulunmuş ve 1843 yılında ikinci kez atandığı “Tophane Müşirliği” görevini ölümüne kadar kesintisiz olarak sürdürmüştür.
Fethi Ahmet Paşa’yı 1833 yılında İstanbul’da tanıyan Lamartine, onu Batı kültürüne açık, aydın bir kişi olan ve bir Avrupalıdan farkı olmayan genç ve zarif bir Osmanlı subayı olarak anlatmıştı.
Bütün bunlara bakılınca, Fethi Ahmet Paşa’nın, çok renkli bir kişiliğe sahip olduğu ve bütün bu özelikleriyle dönemin devlet adamları arasında önemli roller oynamış olduğu anlaşılıyor. Gerçekten de Avusturya, Londra ve Paris’te elçilik yapmış, hatta İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın taç giyme töreninde Osmanlı Devleti’ni temsil etmiş olduğu için her şeyden öncelikle Batı’yı iyi tanıyordu.
Fethi Ahmet Paşa hakkında yazılı kaynaklar bulunmakla birlikte, belki de en ilginç kaynak, torunu Rey’an Şehsuvaroğlu Hanımefendi’dir. Kendisinden aldığım bilgilerle, Fethi Ahmet Paşa’nın bazı özellikleri de aydınlanmıştı:
Fethi Ahmet Paşa’nın ilk eşi Şemsinur hanımdan üç çocuğu olmuştu. Bunlardan birisi, daha sonra Cemile Sultan’ın kocası olan Mahmut Celaleddin Paşa’dır. İkinci çocuğu Yegâne hanım, üçüncü çocuğu ise Güzide hanımdır. Rey’an Şehsuvaroğlu hanımefendi ise işte bu Güzide hanımın torunudur.
Rey’an hanım, 1993 yılında kendisiyle yaptığım bir konuşmada Fethi Paşa’nın ilginç evliliğini de şöyle özetlemişti:
... Sultan Mahmut, dedemi çok severmiş ve “- Ben seni kendime akraba etmek isterim” demiş... Paşa’nın “- Ben zaten evliyim” demesine rağmen İrade-i seniye ile “Küçük kızım Atiye Sultan’ı sana veriyorum” demiş... Bu yeni evlilikten sonra Fethi Paşa bir daha kendi evine gelmeyerek, Atiye Sultan’ ın Bebek’teki çifte sarayında yaşamaya başlıyor... Ancak Atiye Sultan’ın erken ölümü üzerine Kuzguncuk’taki kendi evine dönüyor.
... Büyük babamın, açık fikirli, memleketin sanayiinin gelişmesi için uğraşmış olduğu, cam fabrikası kurması yanında, Tophane Müşiri olarak top döküm sanayiini de geliştirmiş olduğu bilinir. Mesela, kendisi büyük babamı ilk kez Edinburg Üniversitesi’nde “Astronomi ve Riyaziye” okutmuş. Birincilikle bitiren büyük babam 11 yıl kaldığı İngiltere’de, 2 yıl da Greenwich Rasathanesi’nde genel müdürlük yaptıktan sonra Türkiye’ye dönmüş...
Yukarıda izlendiği gibi, Sultan II. Mahmut’un kızı Atiye Sultan’la evlenen Fethi Ahmet Paşa’nın ünlü düğününü anlatan ve 1855 yılında Ubucini tarafından yazılmış kitaptan alınan aşağıdaki bölümler gerçekten ilgi çekicidir:
... Bu düğün için Dolmabahçe sırtları seçilmişti. Geniş bir amfiteatr gibi Boğazı kucaklayan tepesinde veziriazamın, şeyhülislamın ve nazırların çadırları kurulmuştu. Sadece ticaret nazırının yoktu. Zira o damat sıfatıyla şenliğin davetlisi değil ev sahibiydi. Bunların gerisinde generallerin, kazaskerlerin, müsteşarların, muhtelif bakanlıkların, beş cemaatin patriklerinin çadırları bulunmak¬taydı... Şenlikler bir hafta süreceği için hükümet merkezi kısa bir süre için İstanbul’dan Dolmabahçe sırtlarına yayılmış bir kamp halini almıştı... İşin en şaşılacak tarafı, bu büyük kargaşalık ve gürültü içinde, bakanlar konsey halinde toplanıyor, anlaşmalar imzalanıyor, huzura adam kabul ediliyor, mektuplar yolluyor, muhtelif idarelerin şefleri daireleriyle ilgili işleri görmeye devam ediyorlardı...
Bir hafta süren bu düğün boyunca düzenlenen olağanüstü törenlerde, develer, katırlar, arabalarla taşınan hediye törenleri, sepet dolusu mücevherler herkes tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.
Yukarıdaki olayların odak noktası olan Fethi Ahmet Paşa’nın diğer önemli girişimleri ile ilgili bir başka bilgi de şöyleydi:
“... Osmanlı İmparatorluğu’nda “Karantina” servisinin kurulması ve düzenlenmesi de çoğunlukla Fethi Ahmet Paşa’nın eseridir. Bu servisin kurulması sırasında diğer görevlileri ne güçlüklerle yola soktuğunun hikayesini bizzat onun ağzından duydum...”.
Diğer yandan, yine belgelere göre Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk müzeyi de Fethi Paşa hayata geçirmişti. Aslında bu anlamdaki değerli eserler, Yavuz Sultan Selim döneminden beri, saray hazinelerinde biriktiriliyordu. Üçüncü Murat dönemine kadar Yedikule’de bir kalede korunan bu eserler, daha sonra Topkapı Sarayı’na taşınmıştı.
Fethi Ahmet Paşa ise, 1846 yılında, ilk genel müzeyi Topkapı Sarayı meydanındaki Saint Irene Kilisesi’nde kurmuştur. Bu ilk müzeye daha sonra 1869’ da “Müze-i Hümayun” adı verilmiş ve ilk müdür olarak “Galatasaray Sultanisi” hocalarından bir İngiliz görevlendirilmişti. Ayrıca o tarihteki Maarif Nazırının ülkedeki eski eserlerin korunması için bütün vilayetlere gönderdiği emir sonucunda, toplanmış olan birçok eser İstanbul’a getirilmişti. Oluşturulan bu ilk müze daha sonra Çinili Köşk’e taşınmış ve en sonunda ise Osman Hamdi Bey’in müdürlüğü ile müzecilik büyük bir gelişme göstermişti.
Nitekim “Milli Eğitim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Müdürlüğü” tarafından, ilk müze kurucusu olarak Fethi Ahmet Paşa adına hazırlatılmış olan madalya, torunu Rey’an Şehsuvaroğlu’nda bulunmaktadır.
Aynı kaynaktan, Fethi Ahmet Paşa’nın resim sanatının gelişmesini destekle¬diği ve hatta ünlü ressam Hüsnü Yusuf Beyin, Paris, Belçika, Viyana, Berlin ve İtalya’ya gönderilerek resim eğitimi görmesini sağladığı anlaşılmaktadır.
İSTANBUL CAMCILIĞININ TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNDE YENİ KURULAN
BOĞAZİÇİ CAMCILIĞININ I. DÖNEMİ:
“BEYKOZ İŞİ” CAMLAR
Osmanlı İmparatorluğu dönemi içindeki İstanbul camcılığı, daima devlet tarafından korunmuş, denetlenmiş ve geliştirilmişti. Bu nedenle, İstanbul’daki tarihi camcılıktan söz edilince, genellikle akla “Devlet”, “Saray”, “cam teknolojisi” ve “cam sanatı”nın birbiri içine girmiş olduğu renkli bir ortam gelir.
Bu bakımdan bugün müzelerde, koleksiyonlarda yer alan değerli cam eserler, aslında geçen yüzyılların “uluslararası sanayi rekabeti ve yarışı” sonucunda ortaya çıkarılan çok önemli “kimlik projelerinin” başarılı sanat ürünleri olarak kabul edilmelidir.
Aslında, İstanbul camcılığının başlangıcı, bir bakıma karanlıklar içindedir. Örneğin, 1554 yılında Topkapı Sarayı ile Haliç arasında bir cam atölyesinin varlığını gösteren bazı belgeler vardır. Bazı konularda ise daha kesin ve ayrıntılı belgeler bulunmaktadır. Bunlar arasında, Süleymaniye Camisi inşaatında 1557 yılında tutulan kayıtlar, bu çok önemli eserin yapımında kullanılmış olan cam ürünleri hakkında şaşırtıcı ayrıntılarla doludur.
Daha sonraki yıllarda ise özellikle Evliya Çelebi’nin aktardığı bilgilerden, Sultan Murad (1623-1640) dönemindeki camcılık ortamı da belirli bir ölçüde aydınlanabiliyor. Kendisinin aktardıklarından, o yıllarda özellikle devlete bağlı olarak çalışan cam atölyeleri hakkında aydınlatıcı ve değerli bilgiler ediniyoruz . Daha sonraki dönemde, Osmanlı cam sanayiinin ve sanatının 17. ve 18. yüzyıllarda da belirli bir başarıya ulaşmış olduğunu da, özellikle müze ve koleksiyonlarda bulunan eserlerden izlenmektedir. O dönemdeki cam sanayii ve ustalığı da yine devletin denetimi altındaydı, dışa kapalı olarak çalışıyordu ve her bakımdan da titizlikle korunuyordu.
O güne kadar kendi içinde kapalı biçimde gelişmiş olan Osmanlı cam sanayiini desteklemek amacıyla ilk kez Sultan III. Mustafa (1757-1774) döneminde, İstanbul’da devlet tarafından ilk önemli düzenleme projesi yapılmıştı. Bu amaçla eski Tekfur Sarayı arsasında şişe ve cam sanayii bir araya toplanmıştır. Üstelik de başka yerde cam ¬ve şişe üretimi yasaklanarak bu önemli sanayinin gelişmesi kontrol altına alınmak istenmişti.
O tarihlerde yapılmış olan düzenlemeyi bugünkü bakış açısıyla değerlendirmek gerekirse, Tekfur Sarayı projesinin gerçekte tam anlamıyla devletin öncülüğünde başlatılan bir “sanayi bölgesi” kurma girişimi olduğu hemen görülür.
SULTAN III. SELİM DÖNEMİNDE YENİ BAŞLATILAN
“BEYKOZ CAMCILIĞI”NIN I. KUŞAĞI
Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki geleneksel üretimi değiştirmeye başlayan “Sanayi Devrimi” ile ilk kez 18. Yüzyıl’ın sonlarında, Sultan III. Selim döneminde karşılaşmıştı. Ancak 1774 yılı III. Selim için iki yönden sorunlu bir yıl olmuştu. Çünkü babası Sultan III. Mustafa ölmüş, yerine Sultan I. Abdülhamit tahta çıkmıştı.
Bu arada III. Selim, 1768’den beri devam eden Osmanlı-Rus savaşının “Küçük Kaynarca” anlaşmasıyla son bulduğunu, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak ve prestij kaybını görmüş ve hiç kuşkusuz “yenilik ve değişim”in önemine daha da çok inanmıştı.
Aslına bakılırsa III. Selim’in, henüz veliaht olduğu dönemde bile, ülkedeki olayları dikkatle izlemiş olduğu biliniyor. Hatta Fransa kralı 16. Louis’le kişisel olarak mektuplaşmıştı. Osmanlı veliahtları içinde III. Selim’den başka hiç kimsenin böyle bir girişimde bulunmadığı göz önüne alınırsa, kendisinin düşünceleri ve daha sonra başlatmış olduğu yenilik girişimleri daha iyi anlaşılabilir.
Bu nedenle de padişah olduğunda, uzun süreden beri tasarladığı siyasi girişimler için hemen çalışmaya başlamıştı. Bu önemli gelişme ile birlikte, çok önemli sanayi ve sanat girişimleri başlatılmıştı.
Sultan III. Selim tahta çıktığı sıralarda henüz 28 yaşında, genç, çalışkan ve duygulu bir kişiydi. İmparatorluk halkı da yenilikçi yapısından ötürü yeni padişahı sevinç ve ümitle selamlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan diplomatlar da Sultan III. Selim’i büyük işler yapacak kişiliğe sahip bir kişi olarak görüyorlardı. Zaten kendisi daha ilk günlerde bile, çok ayrıntılı biçimde araştırmalar başlatmıştı.
Nitekim 18. Yüzyıl’ın sonlarında ve 19. Yüzyılın başında Osmanlı ordusu hizmetinde çalışmış olan bir Fransız subayı, Sultan III. Selim’in yenilikçi düşüncelerini şöyle tanımlamıştı:
… Sultan III. Selim cesur bir “ıslahat” projesi hazırladı. Bu proje, yeniçerilerin kaldırılmasını, “ulema” nüfuzunun kırılmasını, “fetvalarıyla padişahın gücünü azaltan” şeyhülislamların fetvalarına son verilmesini, Osmanlı devletini, Avrupa’nın sanatta, bilimde, askeri konularda, tarımda, ticarette ve uygarlıkta yaptığı gelişmelere ortak yaparak yenileştirmeyi hedef alıyordu…
Bu koşullar altında attığı ilk adım, Avrupa’nın değişik yönleriyle yakından tanınması için girişimlerin başlatılmasıydı. Nitekim Avusturya ile sulh anlaşması imzalanınca Ebubekir Ratip Efendi’yi Viyana’ya göndermişti. Ratip Efendi’nin siyasi görevi yanında asıl amacı, Avusturya’nın bütün önemli kurumlarını araştırarak padişaha bildirmekti. Gerçekten de kendisi, sekiz ay kadar süren bu çalışmadan ayrıntılı bir “Sefaretname” ile dönmüştü.
Sultan III. Selim’e sunulmuş olan bu belgede, Avusturya’daki askerlik, devlet yapısı, maden, posta, tarım, sanayi, hastaneler, misafirhaneler, bankalar, yollar, vergi, gümrük gibi konular büyük bir özenle ve ayrıntılarıyla açıklanıyordu. Bu “Sefaretname”nin Sultan III. Selim üzerinde büyük etkisi olduğu kesindir. Çünkü raporda yer alan değerlendirmeler ile kendisinin daha sonraki başlattığı uygulamalar arasında büyük bağlantılar bulunmaktadır.
Aslına bakılırsa, Avrupa’nın değişik yönlerinin tanınması amacıyla başlatılan bu araştırmanın ülkedeki yansımaları hızla görülmeye başlamıştı. Çünkü aynı yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu hizmetinde çalışmak için özel konularda uzman olan yabancılar çağrılmaya başlanmıştı. Örneğin, 1793 yılında, Fransa Dışişleri Bakanlığının, Osmanlı hizmetine girmek isteyenler hakkında, ilgili bakanlıklara yaptığı duyuru listesinde çok sayıda subay bulunuyordu.
Bu subayların seçiminde şu türde kurallar uygulanıyordu. Yetenek, kişilik ve ahlak açısından iyi olmaları, en az üç yıl için Osmanlı hizmetinde bulunmayı kabul etmeleri ve ücret konusunda anlaşmaları gerekiyordu. Ayrıca hükümetin kendilerine vereceği “Tatar serpuşu” ile elbiseyi giymeleri, “Kaptanı derya”lık binasında kalacakları, memleketteki hiçbir yabancıyla temas etmeyecekleri koşulu belirtiliyordu. Sonuçta, bu süre içinde özel ilgi görecekleri ve görevlerinde sadakat gösterenlerin ödüllendirileceklerinin bildirildiği de görülmekteydi.
Aynı kaynakta, Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni kurulan ya da geliştirilen sanayi alanlarında çalıştırılmak üzere, Fransa’dan çok sayıda teknisyen, usta ve işçi istenildiği de ayrıntılarıyla görülmektedir.
Cam Ustalığı Açısından Eski Bir Rakip: Venedik Camcılığı
Sultan III. Selim dönemindeki bu gelişimlerle bağlantılı olarak, 19. Yüzyıl’ın başlarında Avrupa’daki “Sanayi Devrimi”nin desteğinde gelişen yeni sanayi merkezleriyle rekabet edebilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nda gerek devlet, gerekse özel kesim önemli girişimler de yapmaya başlamıştı.
İşte bu arada Osmanlı cam sanayiinin de geliştirilmesine karar verilmiş olduğu anlaşılıyor. Ancak, Osmanlı camcılığı için uzun süreden beri “önemli bir rakip” vardı: Venedik camcılığı.
Bu nedenle, Venedik camcılığına karşı, ülkede güçlü bir biçimde ve yeni tekniklerle çalışacak cam fabrikasının da her durumda kurulması gerekiyordu. Bu amaca uygun düz ve geniş araziler aranarak gerekli yatırımların yapılması için girişimler başlatılmıştı. Boğaziçi’ndeki Beykoz çayırı ve çevresinin bu gibi yeni teknolojilerin yerleşmesi için uygun bulunduğu anlaşılıyor.
Aslına bakılırsa Sultan III. Selim’in babası Sultan III. Mustafa döneminde, bazı sanayi kuruluşları ve cam sanayii atölyeleri, İstanbul surlarının ve eski Tekfur Sarayı’nın çevresine düzenli bir şekilde yerleştirilerek düzenlenmişti. Ancak hem “Sanayi Devrimi”nin yeniliklerine sahip olmayan, hem de zaman içinde gerileyen bu eski cam atölyelerine karşılık, artık Beykoz’daki düzlüklerde de yepyeni bir camcılık başlatılacaktı. Aslında Beykoz bölgesi, o tarihlerde yapılmış olan çeşitli yatırımlarla, bir anlamda ülkenin ilk sanayi bölgesine dönüştürülüyordu. Nitekim bu girişimin parçaları olarak, dönemin cam, porselen, tuğla, deri, ayakkabı, ispirto, mum, kumaş ve kağıt gibi sanayi kollarının en yeni teknolojilerini kullanan fabrikalar hep Beykoz ile Paşabahçe arasında kurulmaya başlamıştı.
Ama bütün bunların yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu’nun cam sanayii kurmak bakımından biraz da şanslı olduğu anlaşılıyor.
Çünkü, Beykoz bölgesinde ilk kez böyle bir cam fabrikasının kuruluşu, Venedik camcılığının da kendi krizlerini aşmak için dışa açılmaya başladığı 1790’lı yıllara rastlıyordu. Bu usta camcılar, Avrupa’daki saraylara cam fabrikası kurmak için çağırılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu da, diğer ülkeler gibi, uzun yıllardan beri en önemli rakip olan Venedik cam teknolojisini ülkeye getirmek istiyordu. Aynı yıllardaki Avrupa devletleri ve krallıkları gibi, o tarihlerin en yeni sanayi ve sanat olayı olan camcılığa sahip çıkmak istemiş olduğu açıkça anlaşılıyor.
Bütün bu gelişmelerden, Osmanlı İmparatorluğu da III. Selim’in girişimci kimliğinin öncülüğünde, Büyük bir olasılıkla, bu nedenle, Sultan III. Selim döneminde Mehmet Dede ismindeki bir Mevlevi, Venedik’te eğitilmiş ve Beykoz’daki fabrikada camcılığa başlamıştı.
Diğer yandan Sultan III. Selim’in sanatçı kişiliği ve Beykoz camları arasında da büyük bir bağlantı vardır. Bu özelliğin çok açık olarak görülebildiği yer ise Aynalı kavak Kasrı’dır. Çünkü bu bina Avrupa ve Osmanlı kimliğinin bir araya getirildiği bir kimliği yansıtıyordu. Ve bu yanıyla da Sultan III. Selim’in değişim girişimlerinin sanata yansımalarının simgesi gibiydi.
Diğer Önemli Neden: “Ateş Sanayii”nin Şehirden Uzaklaştırılması
Aslına bakılırsa Beykoz bölgesinin bu amaçla seçilmesinin arkasında büyük bir olasılıkla başka nedenler de vardı. Bu bölge, hem arazi yapısı, hem akarsuları bakımından böyle bir sanayi kuruluşuna uygundu, hem de büyük bir olasılıkla, o yıllarda İstanbul’un en önemli sorunu olan yangınlara neden olmayacak kadar uzaktaydı.
Çünkü 19. Yüzyıl başlarında, “yeni sanayi” demek, “ateş, buhar kazanı ve buhar makinelerinin çalıştırılmasıyla ortaya çıkan yüksek ısı” ve bunun sonucunda da “yangın tehlikesi” demekti.
Kısacası, Boğaziçi’ndeki Beykoz çayırı ve çevresi bu gibi yeni teknolojilerin yerleşmesi için pek çok yönden uygundu. Bu koşullar altında, bugün neresi olduğunu ta olarak bilinemeyen bu fabrikada cam üretimi başlamış oluyordu.
Ve işte bu önemli projeyi, sanata karşı özel bir tutkusu olan Sultan III. Selim’in girişimci ruhuna borçluyuz.
Ne kadar ilginçtir ki, bugün birer “el ustalığı eseri” olarak kabul ettiğimiz “Beykoz camları”, gerçekte “dönemin en ileri sanayi kuruluşları” arasındaki uluslararası rekabet yarışının ürünleri olarak yaratılmıştı.
Hatta, “Beykoz camları”nın bu yönü üzerinde o kadar duruluyordu ki, burada başlatılmış olan sanayiin ilk ürünleri 1851’den başlayarak Avrupa’da açılan uluslararası sanayi fuarlarına, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu alandaki sanayi düzeyini temsil ederek gönderilecekti. Üstelik de bu camlar, yüksek düzeydeki özellikleriyle ödüller kazanacaklardı.
Kısacası Boğaziçi’nde yaratılmış olan bu ilk “Beykoz camları”, bir anlamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde yaratılmaya başlanan yeni bir sanayi girişiminin o dönemdeki sembolleriydi.
Hatta aslına bakılırsa 19. Yüzyıl’da ortaya çıkarılmış bulunan bu gibi ürünlerin hemen tümü, yeni “Sanayi Devrimi”nin ve teknolojilerin birer değerli sembolü olarak kabul ediliyordu.
“SANAYİ DEVRİMİ”NİN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAKİ
YENİ SİMGESİ OLAN CAM SANAYİİ YARIŞINDA
FETHİ AHMET PAŞA’NIN ROLÜ
1839: Sultan Abdülmecid, “Tanzimat” ve Yeni Sanayi Dönemi
Sultan Abdülmecid 1839 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok çalkantılı bir ortamında tahta çıkmıştı. O dönemde ülkede iç ayaklanmalar olmuş, Avrupa devletleri ile sorunlar yaşanmış, Cidde, Suriye, Mısır, Eflak-Boğdan, Sırbistan, Karadağ’da ayaklanmalar çıkmış ve bütün bunlara çözüm bulunmuştu. Büyük siyasi olaylarla, Mısır’da Süveyş Kanalı açılmıştı.
Sultan Abdülmecid, II. Mahmud’un başlattığı yenileştirme girişimlerini içtenlikle sürdürmüş, ancak yumuşak kişiliği nedeniyle aynı hızla geliştirememişti. Buna karşılık, yenilikçi yönlerinden ötürü, hem halkın sevgisini, hem de Avrupa devletlerinin takdirini kazanmıştı.
Bu girişimlerin sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun en kapsamlı ve etkili yenileştirme hareketlerinin temeli olan “Tanzimat” ilan edilmişti. Aslında, “Tanzimat”, Osmanlı İmparatorluğu açısından, o tarihlerin ölçüleri içinde çok büyük bir yenilikti. Çünkü İmparatorluğun batı ülkeleri ile yakınlaşması ve bu amaçla yapılan büyük değişim, bir anlamda “Tanzimat” ile birlikte hayata geçmeye başlamıştı.
Çok geniş kapsamlı olarak planlanıp başlatılan bir “Değişim ve yeniden düzenleme Programı”nı açıklayan iki ayrı “Ferman”la hayata geçirilmiş olan bu proje, birincisi 1839 yılındaki “Gülhane Hatt-ı Şerifi” ile başlatılmış, ikincisi de 1856 yılındaki “Hatt-ı Hümayunu” olarak ilan edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda başlatılan bu önemli girişimin desteği ile İstanbul’da çok sayıda yeni sanayi kurulmaya başlamıştı. Diğer yandan, bu yeni sanayi kuruluşların ve ürünlerinin haklarının korunması için “Fransız Patent Kanunu”, “İhtira Beratı Kanunu” kabul edilmişti. Değişimin yeni koşullarının gereği olarak, “Kara Gümrükleri” kaldırılmış, “Damga Resmi Kanunu” kabul edilmiş, “Ticaret Mahkemeleri” kurulmuş, “İdadiye Mektepleri” açılmıştı. Bu fabrikaların çalışması için gereken kömür kaynakları araştırılmış ve “Zonguldak Maden Kömürü İşletmesi” çalışmaya başlamıştı.
Ama en önemlisi ise, “Sanayi Mektepleri” kurulması için girişimlerin başlatılmış olmasıydı.
Devam ediyor...