“GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BEYOĞLU”
II. CİLT
Bu kitap, iki cilt olarak
Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı
tarafından hazırlanmış ve
Koç Holding desteğiyle
2004 yılında yayımlanmıştır.
“SANAYİ DEVRİMİ’NİN İSTANBUL’DAKİ İLK PARLAK ÜRÜNÜ: BEYOĞLU”,
Prof. Önder Küçükerman, Dr. A. Binnur Kıraç ile birlikte
II. Cilt, içinde bir bölüm: s. 569-582
Yayın Komisyonu: M. Sinan Genim, Yücel Dağlı, Ebru Karakaya, Müslüm İstekli, Dila Çakıl
Düzelti: Ruşen Deniz, Bilgin Aydın
Dizin: Yücel Dağlı
Grafik: Paralel Reklam
Renk Ayrımı: Ekol Grafik
Baskı: Fesan Ofset
Cilt: Derya Mücellit
920 sayfa
Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı yayını
1. Baskı, 2004, İstanbul
ISBN 975-97484-2-5
ÖNSÖZ
KENTLE BULUŞMAK...
Dr. Mimar Kadir Topbaş
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kente dönüş başladı. Bir zamanlar kentin çeperlerine giden kişiler, kültür ve sanat kurumları kentin merkezine geri dönüyorlar. Kentin merkezi yeniden keşfediliyor. Bu yüzden Beyoğlu, Galata gibi tarihsel kent merkezleri yeniden değer kazanıyor. Gazeteler Beyoğlu ekleri veriyorlar. Beyoğlu, kentin, İstanbul’un vitrini. Burada gerçekleşen her etkinlik İstanbul’a hatta Türkiye’ye hitap ediyor. İnsanlar kentin kendilerine sunduğu imkanları keşfediyorlar. Ancak büyük bir mutluluk duyduğumuz bu gelişmenin yarattığı heyecan kadar üzerinde düşünülmesi gereken önemli konular da var.
Öncelikle kent merkezinin gelenleri ve beklentileri karşılamaya hazır olması gerekiyor. Kentin güvenli, sağlıklı, nitelikli, gelişmeleri destekleyici, fırsatlar sunan bir yer olması gerekiyor. Bunu söylemek kolay. Peki bu nasıl olacak? Bugün bunun için dile getirilen formül, “kentin enerjisini açığa çıkarmak”. Geçmişte kentliler “oy deposu” veya “ihtiyaçları karşılanması gereken bir kitle” olarak görülürken, bugün kentliler; kent örgütlenmeleri, profesyoneller dönüşümün ortakları olarak kabul görülüyor. Bu yönetim zihniyetinde köklü bir değişiklik demek. Artık kent yönetimleri kendi tekellerine aldıkları kültür projeleri, gerçekleştirdikleri etkinlikler ile değil, ortaklarıyla birlikte geliştirdikleri projeler ile ve sorumluluklarını paylaşarak başarılarını ortaya koymak durumundalar.
Kent karmaşık bir olgu. Özellikle kent merkezleri içinde her tür düşüncenin yaşandığı bir yer. Bu nedenle kent basitçe bir eşya gibi tasarlanacak; tek bir görüşün, tek kültürün hakim olacağı bir yer değil. Kenti gettolardan, sitelerden, uydu yerleşim alanlarından, kampüslerden farklı kılan da bu.
Kent merkezinde her zaman yaşayanlar, çalışanlar, geçici olarak bulunanlar var. Farklı düşünceler, farklı çıkarlar, farklı inanışlar var. Kenti korumak ve geliştirmek demek, ilk önce bu farklılıkları içermek demek. Etkinliklerin, yaşama alanını dışlayıcı olmamasına öncelikle dikkat etmek demek. Bir kenti uydu yerleşim alanlarından farklı kılan şey budur.
Beyoğlu gibi yerleşim alanları ise yalnızca tarihi kent merkezleri değil, bölgesel merkezlerdir. Peki bölgesel bir merkez olmak ne anlama gelir? Beyoğlu’ndaki kültür ve sanat kurumlarına baktığınızda ise bu kurumların etkisinin yalnızca İstanbul’la sınırlı olmadığını görürsünüz. Hem bu kurumlar aracılığıyla ortaya konan çalışmaların hem bu kurumlara hizmet veren profesyonellerin, etkinliklerin, kültür ve sanat ürünlerinin etkisinden söz ediyorum. İşte bölgesel bir merkez olmak böyle bir şeydir. New York, Londra, Paris, Roma gibi şehirlerin merkezleri böyle bir işlev görürler. Bu şehirlerin merkezleri aynı zamanda özel bir hedef kitleyi çağırma ve aktif kılma potansiyeline sahiptirler. Bu hedef kitle kültür değerlerini pasif olarak tüketmeye çağırılan bir hedef kitle değil, bu merkezlerdeki gelişmelere eşlik eden ve kendi kapasitesini de bu çaba içinde geliştiren aktif bir topluluktur. Bu kitle yenilikçi profesyonel deneyimlere, yeni sosyal ve kültürel değerlere yön veren modacı, tasarımcı, yatırımcı, yönetici, uzman, akademisyen, yazar, sanatçı kitlesi ve onların kültür ve sanat alanında yol açtığı kurumsallaşmalar içinde ilerleyen, etkinlikleri izleyen bir ‘kültür üreticileri’ topluluğudur.
Bu kurumlar ve kişiler 19. yüzyılın Beyoğlu’sunda da olmuştur ve bugün de bu bölgeye yerleşmektedir. İstanbul gibi kentler, yalnızca yerel toplulukların değil, kentleri yaşama alanı olarak seçmiş kültür ve sanat insanları topluluğunun da vatanıdırlar. Onlar, kimlikleri itibarıyla ‘yabancı’ değildirler. Kenti sahiplenen, kentin gelişmesini sağlayan, kentlilik bilincinin oluşmasını sağlayan, kentle bütünleşen topluluklardır. Bu nedenle Beyoğlu’nun damgasını vurduğu yakın tarihimizi de Batı ile ilişkide basit ve tek yönlü bir etkilenme perspektifi içerisinde değerlendirmek, ilk önce İstanbul gibi kentlerin bu en önemli özelliğini, kültür insanları için bir çekim merkezi olduğunu unutmaktır.
Bugün de özellikle bu öncü grupların oluşturduğu çekim gücü, bölgesel kalkınma, yatırımlar ve turizm için yönlendirici olmaktadır. Bir çok tarihsel kentin Dünya’da kültürel odak noktası haline gelmesinin ve çağdaş profesyonel deneyimlere ev sahipliği yapmasının temelinde bu kentlerin binlerce yıllık hafızalarının bir çekim gücü yaratması bulunmaktadır. Bugün Paris’in, Venedik’in, Roma’nın, Barcelona’nın çekim gücünü oluşturan özellikler arasında tarihsel değerleri, birikimleri kadar, özgürlüklerin yaşam ortamı olmalarını, başka bir deyişle çok kültürlü kent potansiyellerini harekete geçiren uluslararası etkinliklere ve işbirliklerine açıklıklarını da saymak gerekir. İstanbul da bu nedenle yalnızca geçmiş değerleri ile değil, süreklilik taşıyan çağdaşlığı ile bugün Dünya’da önemli bir odak noktasıdır.
Bu noktada elbette ki yönetimlerin gelişmeyi ve özgürlükleri destekleyici bir rol oynaması gerekir. Eğer yerel gelişme aynı zamanda çok taraflı bir durum ise, bu durumun yarattığı çelişkiler, sorunlar kent yönetimlerinin sağladığı etkileşim ortamlarında fırsatlara dönüşebilir. Kent yönetimlerinin asıl sorunu yerel çelişkileri fırsatlara dönüştürmektir. Örneğin Beyoğlu’nda yer alan etkinlikler geniş bir kitle tarafından izlenir. Ancak bu etkileşim olmadığında Beyoğlu’nda yaşayan insanlar yanı başlarında gerçekleşen etkinliklerin habersiz misafirleri olabilirler. Sanki başka bir dünyadan gelen insanlarla karşılaşırlar. Oysa kentin merkezindeki bu karşılaşma her farklı yaşantı için bir buluşma olmalıdır. Beyoğlu nasıl yalnızca Beyoğlu’nda yaşayan insanlara ait değilse, Beyoğlu’nu sanat ve kültür etkinlikleri için kullanan kişilere de ait değildir. Bu nedenle gelişmelerin mutlaka bir ‘yerelleşme’ boyutu da olmalıdır. Yerel nüfus, yerel halk gelişmeler tarafından dışlanmamalıdır. Yalnızca ekonomik olarak değil, kültürel açıdan da yoksullaşmamalıdır. Bu nedenle gelişme, Beyoğlu’nun, kent merkezinin yalnızca etkinliklerin düzenleneceği bir mekan olarak kullanılmasına ve görülmesine yol açmamalıdır. Beyoğlu’nu yalnızca bir sergileme platformu, etkinliklerin gerçekleştirileceği bir merkez olarak görmemek gerekir.
Özellikle tarihsel kent merkezinin canlandırılması, büyük kentsel turizm, kültür, tarihsel miras projelerinin yönetimi, endüstri mirasının yeniden işlevlendirilmesi gibi sorunlar yerel yönetimlerin bu buluşturucu rolünü gündeme getirmektedir. Yöntem geliştirme, projelendirme ve işlevlendirme açısından kamu yönetimlerinin bölgesel kalkınmayı yönlendirecek destekleri nasıl sağlayabilecekleri temel konulardan biridir. Mahalli aktörlerin sorunlara aktif olarak müdahil olabilmelerinin sağlanması ve ortaklaşa yönetim bilincinin geliştirilmesi; mahalli aktörlerin kamu kuruluşları ile olan ilişkilerinin geliştirilmesi ve iletişim mekanizmalarının oluşturulması; girişim kapasitesinin artırılması, yüksek nitelikli işgücünden yararlanma imkanları yaratacak istikrarlı, sürdürülebilir ve demokratik yönetim pratikleri oluşturulması kent yönetimlerinin temel hedefleridir.
İşte bu nedenle biz kent, yönetimlerini ve kenti konu alan bir dizi yayın, araştırma, sergi projesine giriştik. Elinizde tuttuğunuz bu kitap bu çalışmaların en kapsamlılarından birisidir.
Size bu çalışmayı sunarken, görüşlerimi ve bugüne kadar yönetim sorumluluklarımı kentlilerle paylaşmış olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum.
GİRİŞ
İSTANBUL’UN BATI KAPISI...
TAÇ Vakfı Yönetim Kurulu adına
Dr. M. Sinan GENİM
İçinde yaşadığımız kenti, yakın çevremizi ne kadar tanıyoruz? Giderek genişleyen, küreselleşen dünyada yer almak için öncelikle bilgi gerekiyor. Bilgi insanlığın varoluşundan beri, bireyler ve toplumlar arasında paylaşıldıkça büyüyen, hiçbir şekilde tükenmeyen bir ürün. insanlığın varoluşu ve gelişimi bilginin büyümesi ve özgürce dolaşımı ile mümkün oldu ve olacak. Bu nedenle gerek birey olarak, gerekse toplum olarak bilgimizi artırmaya, yaşam çevremizi tanımaya ve anlamaya mecburuz.
Biz kimiz, geçmişte neler yaptık, geleceğimizi nasıl ve ne şekilde oluşturacağız? Toplum olarak insan yaşamı için uzun, insanlık için kısa bir zamandır geçmişle bağlarımızı kopardık. Sanki geçmişi olmayan bir toplum olarak yaşıyoruz. Toplumsal hafızamızı kaybetmemizin maliyeti giderek artıyor. Korku ve toplumsal bir şizofreni içinde hayatın gerçeklerinden giderek uzaklaşan, geleceği yaratma olanaklarından yoksun bir grup insan gibiyiz.
Jason Goodwin 1998 yılında İngiltere’de yayınlanan Ufukların Efendisi Osmanlılar (Lords of The Horizons) isimli kitabının giriş bölümünde şöyle demektedir: “... Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’te Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur.’ diye yanıt vermiştir. “İşte geçmiş ve gelecek düşünülmeden söylenmiş bir söz nice zaman sonra bir kitabın giriş bölümünde karşımıza çıkmaktadır. Çalışarak, öğrenerek, yanlış yapılanları tespit edip, doğruları üreterek bir gelecek oluşturmak yerine, geçmişle tüm bağlarını kopararak geleceğe çaba sarf etmeksizin kavuşacağını sanan, çalışmanın erdemi yerine, laf söylemenin, ideolojik söylemlerin ardına sığınan kimlik sorunları içinde kaybolan bir toplumun sıkıntıları...
Elinizdeki bu kitap çok uzunca bir süre ülkemizin batıya açılan kapısının tarihidir. Bir dönem Sykai, daha sonra Pera, şimdilerde Beyoğlu ismi ile anılan bölgenin kültürel geçmişi, günümüzden binlerce yıl öncesine uzanmaktadır. Zengin bir kültürel birikime sahip olan ve içinde yaşadığımız şehrin önemli bir bölümünü teşkil eden bu bölge hakkında yalnızca efsane ve hikayelerle edindiğimiz duyumların yanı sıra, gerçek bilgilere erişme imkanı sağlamak istedik.
Günümüze kadar İstanbul’un ilçe ve semtleri hakkında yazılmış eserlerin pek çoğu tek yazarlı ve genellikle kişisel bakış açısını aşamamış çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişten Günümüze Beyoğlu, konusunda uzman, yazar ve araştırmacıların birlikteliğiyle meydana gelmiş bir kitaptır. Kuşkusuz bu kitabın da eksikleri bulunmaktadır. Özellikle Beyoğlu gibi bir bölgede yer alan semtlerin tarihinin ve Beyoğlu’nda sanat ve sanat galerileri gibi konuların bu kitapta yer almaması büyük bir eksiklik olarak görülebilir. Ancak, semtlerin tarihinin yazımı detaylı yüzey araştırmaları, arşiv belgelerinin taranması, anıtların belirlenmesi gibi öncel -çalışmalar gerektirmektedir. Önümüzdeki yıllarda bu çalışmanın bir devamı olarak yayınlanması düşünülen eksik konular için şimdiden çalışmalara ve araştırmalara başladık.
Bu kitap, Beyoğlu’nun bir monografisi değildir. İstanbul’un farklı bir kimliği olan Beyoğlu için bir rehber niteliği taşımaktadır. Kentin sahip olduğu tarihsel mirasın büyük ölçüde bir dökümünü içermektedir.
Gelecek günlerde daha iyisini hazırlamanın bir ön adımı olarak ele alınmasını dilediğimiz bu kitaba yazıları ve araştırmaları ile katılan tüm yazarlara, başta Beyoğlu Belediye Başkanı Dr. Kadir Topbaş olmak üzere tüm Beyoğlu Belediyesi yetkililerine, kitabın görsel zenginliğine katkıda bulunan Gökhan Akçura, Erdal Aksoy, Ersin Alok, Mehmet Bayramoğlu, Beyoğlu Belediyesi Basın Bürosu, Ara Güler, Süleyman Faruk Göncüoğlu, İSAM, Zafer Karaca, Enis Karakaya, Halil Onur, Ender Özcan, Bahattin Öztuncay ve arşivlerindeki belgeleri değerlendirmemize imkan tanıyan kişi, kurum ve kuruluşlara, kitabın teknik sorumluluklarını üstlenen Yücel Dağlı, Ebru Karakaya, Müslüm İstekli, Dila Çakıl, Ruşen Deniz, Bilgin Aydın, Sinan Aktaş, Namık Sandalcı, Ali Kaya ve Müge Akagündüz’e sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.
Gelecekte Beyoğlu için daha yapacak çok şeyimiz olması gerektiği bilinciyle kısa süreli fakat çok yoğun bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı okurlara sunmaktan övünç duyuyoruz.
II. CİLT
İÇİNDEKİLER
449 Zafer KARACA, Rum Ortodoks Kiliseleri
490 Hrisostomos KALAYCI, Rum Kiliseleri
499 Enis KARAKAYA, Ayazmalar
505 Yeorgios BENLİSOY, Rum Mezarlıkları
507 Elmon HANÇER, Ermeni Kiliseleri ve Mezarlıkları
539 Naim GÜLERYÜZ, Sinagoglar
547 Naim GÜLERYÜZ, Maşatlıklar
KAMU YAPILARI
551 Aynur ÇİFTÇİ, Karakollar
561 Ebru KARAKAYA, Kışlalar
569 Önder KÜÇÜKERMAN - A. Binnur KIRAÇ, Sanayi Devrimi’nin İstanbul’daki İlk Parlak Ürünü “Beyoğlu”
583 Vahdettin ENGİN, Maziye Bir Bakış: Galatasaray Mekteb-i Sultanisi
MİMARİ ÜSLUPLAR
595 Hasan KURUYAZICI, Beyoğlu’nu Beyoğlu Yapan Yapılar ve Mimarlar
609 Belma Barış KURTEL - Cenk ÇAKIL, Art Nouveau Yapılar
EKONOMİK, SOSYAL ve KÜLTÜREL YAŞAM
633 Vahdettin ENGİN, Galata ‘dan Beyoğlu ‘na İlk Metromuz: Tünel
641 Vahdettin ENGİN, İstanbul’un İlk Atlı Tramvayları
649 Sümer ATASOY, Müzeler
655 Naim GÜLERYÜZ, 500. Yıl Vakfı - Türk Musevileri Müzesi
657 Tuba ÇAVDAR KARATEPE, Kütüphaneler
661 Hasan KURUYAZICI, Tiyatrolar
673 Atilla DORSAY, Gençlik Hayallerimizin Sihir Şatoları- Sinemalar
689 Emin Nedret İŞLİ, Kitapçılar
701 Cem ATABEYOĞLU, Spor Tesisleri
711 Selahattin ÖZPALABIYIKLAR, Türk Edebiyatında Beyoğlu
721 Yücel DAĞLI - Seyit Ali KAHRAMAN, Beyoğlulu Seyyah Evliya Çelebi’nin Eserinde Galata
745 Ali Esad GÖKSEL, Değişmeyen Tek Şey Değişim
755 Ahmet KESKİNER, Asmalımescit Günleri ve Beyoğlu Antikacıları
757 Haydar KAZGAN, Batı Tüketim Biçimine Açılmada Beyoğlu’nun Yeri
771 Halil ONUR, Kartpostallarla Yüzyıl Öncesi Beyoğlu’ndan Anılar
791 Ahmet Kamil GÖREN, Anıtlar ve Heykeller
819 Ahmet Kamil GÖREN, Duhani’nin Gözüyle Beyoğlu’ndan İnsan ve Mekân Manzaraları ya da Retrospektif Gezi Notları
KRONOLOJİ ve BİBLİYOGRAFYA
839 Selçuk MÜLAYİM, Yakınçağ Beyoğlu Günlüğü (1800-2000 Kültür ve Sanat Kronolojisi)
865 Emin Nedret İŞLİ, Beyoğlu ve Çevresi Hakkında Yazılmış Türkçe Eserler Kaynakçası
“SANAYİ DEVRİMİ”NİN İSTANBUL’DAKİ İLK PARLAK ÜRÜNÜ
“... BEYOĞLU...”
Prof. Önder KÜÇÜKERMAN, Dr. A. Binnur KIRAÇ
s. 569- 582
GİRİŞ
16. YÜZYIL’DA GALATA’DA BAŞLAYAN “SANAYİ KİMLİĞİ”
Galata’daki Ticaret ve Sanayi Kimliğinin Kaynakları
Bugünkü Beyoğlu’nun nüvesini oluşturan Galata, tarih boyunca ticaret merkezi kimliği ile var olmuştur. Bizans devletinin son safhasında, tamamen Cenova kolonisi olarak gelişme imkanı bulan Galata, 14. Yüzyıl’da küçük bir Ceneviz kenti haline gelip, bir Akdeniz İtalyan şehri görünümüne bürünmüştür. Ticari kimliğinin ön planda olduğu Galata, bütün yaşamı boyunca kent yaşamından soyutlamış ancak farklı bir yöre olarak algılanmıştır. Fetih’le birlikte, bölgenin İstanbul ile her bakımdan bütünleşmesi sağlanmış, ancak bütünün içinde farklılığını da muhafaza etmiştir. Kısacası, Galata sadece ticaret bakımından değil, yaşam biçimi bakımından da İstanbul’un Avrupa’ya açılan penceresi olmuştur.
Diğer yandan, Osmanlı dönemi eski İstanbul’u yönetim ve yerleşme merkezi haline getirirken, Galata ve Beyoğlu’nu (Pera) Ceneviz yönetimine, sonra da ticaret yapmaya gelen diğer Frenklere bırakmıştır.
Böylelikle Galata’da Batılı unsur sürekli olarak var olmuş ve giderek de artmıştır. Bölgedeki mevcut kozmopolit yapı, Galata’nın önemli bir liman ve ticaret merkezi olmasının doğal bir sonucudur.
Beyoğlu ise, bölgede Batı’yı simgeleyen bu öncü ve önemli birikimin sonucu olarak biçimlenmiştir. Sonuçta, bu özelliğiyle de, Osmanlı İmparatorluğu dönemini etkileyen Sanayi Devrimi’nin ülkeye girişi kapısı biçimine dönüşmüştü.
Bu özelliğini kesintisiz olarak koruyan Beyoğlu, adeta, Sanayi Devrimi’nin İstanbul’daki ilk parlak ürünü gibidir.
Galata Çevresinde Büyük Bir Askeri Sanayi ve Çevredeki Yan Sanayi
Ticaret kimliği ile ön planda olan Galata ve Beyoğlu ilk olarak 15. Yüzyıl’da Fatih Sultan Mehmed’in bölgede yaptırdığı askeri tesisler ile sanayi olgusuyla tanışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun ilk döneminde (15.yy-19.yy) mevcut olan en önemli sanayi ordu ve bahriye hesabına çalışan askeri imalathanelerdi. Bunların başında da İstanbul’un iki silah imalathanesi, top yapımına tahsis edilen Tophane ile Padişahın savaş donanmasının ve taşıma ile gezinti kayıklarının imal edildiği Kasımpaşa Tersanesi gelmektedir. Her iki tesis de binlerce insan çalıştıran çok büyük imalathanelerdi. Bu iki imalathane, çeşitli üretim kesimlerini barındırıyordu ve çok çeşitli malzemeler kullanılıyordu. Devlet tarafından doğrudan yönetilen ve denetlenen bu kuruluşların üretiminin tamamı devlete aitti ve bunlar diğer imalathanelerden tamamen bağımsız endüstriyel birimler meydana getirmişlerdi.
Tersane için Haliç, geniş ve derin bir su alanına sahip olması ayrıca iyi bir sığınak olanağına sahip olması nedeniyle en uygun yer olarak seçilmiştir. Tersanenin ilk yerleşimi hakkında farklı bilgiler vardır. Uzunçarşılı Haliç’in Aynalıkavak semtinde, Tekirdağ ise Kasımpaşa Deresi’nin ağzında olduğunu kaynaklara dayandırarak ifade etmektedir.
15. Yüzyıl’da bir divanhane mescidi, bir zindan ile zindan mescidi ve birkaç gözden meydana gelen Tersane, geçitli dönemlerde sürekli genişletilmiştir. Birçok eski gravürde tersane gözlerinin, tüm koyun etrafına yayıldığı görülmektedir.
Lengerhane: Haliç kıyısında Hasköy semtinde yer alan 18. Yüzyıl sanayi yapısıdır. Haliç’in kuzeyinde tarih boyunca demir araç üretimi ve döküm yapılan yerler bulunuyordu. Çeşitli kaynaklarda değişik adlarda ismi geçen yapı Tersane’nin devlete ait demirhanesi olmalıdır. Günümüze ulaşan yapının inşasına ilişkin ilk veri, batılılaşma döneminin ilk askeri reform çabaları çerçevesindedir. Galata Tophanesinin küçük bir modeli olarak inşa edilen bu kargir yapı en erken 1775 yılında faaliyete başlamış olmalıdır.
Tophane, İstanbul’un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından eski iskan bölgesinin dışında, Haliç’in Boğaz’a açıldığı noktada, Beyoğlu-Galata’nın doğu kapısının önünde kurulmuştur. II. Beyazid döneminde yetersiz kalan tophane, genişletilerek yeniden yapılmıştır. İstanbul Tophanesi, topçuluk merkezi olup, diğer yerlere buradan usta, topçu ve savaş gereçleri gönderiliyordu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yenilenen Tophane’ye, topçu kışlaları, talimhane ve top arabacıları kışlaları ve cami yaptırılmıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda meydana gelen büyük yangın felaketlerinden sonra alınan tedbirler çerçevesinde kargir olarak inşa edilen Tophane, ıslahat çabaları sırasında yenilenmişti. İmparatorlukta sanayileşme girişimi önce III. Selim döneminde Tersane ve Tophane gibi askeri kuruluşlardaki değişim ile başlamıştır.
18. Yüzyıl sonları 19. Yüzyıl başlarında III. Selim döneminde gerçekleştirilen tersaneye yönelik reformlar arasında, yeni gemi inşa yerlerinin yapılması, eskilerinin onarılması, tersane ve donanma halkının eğitilmesi ve sağlık hizmetlerine önem verilere bu amaçlara yönelik binalar yapılması gelmektedir. Örneğin, 1834’te İngiltere’den getirtilen buhar makinesi ile tersane içerisinde çeşitli fabrikalar inşa edilmişti.
Böylece endüstri devrinin simgesi olan fabrika bacaları buraya da girmiş ve tersane bölgesinde irili ufaklı yapıların arasından görüntüye hakim olmuştu. III. Selim dönemindeki reformlarla dökümhanedeki teknik donanımda büyük değişiklikler yapılmakla birlikte, binanın mimarisinde bir değişiklik yapılmamıştır. Ancak 1793’de top döküm tesislerine ilave olarak yeni top imalathaneleri ve Topçu ve Top Arabacıları Kışlaları inşa edilmiştir.
Bu iki önemli kuruluş, beraberindeki yan sanayiler ile birlikte bölgede denizcilik ve ilgili her türlü sanayinin gelişimine neden olmuştur. Sanayi yerleşmelerinde, esas endüstrinin egemen olduğu ve ikincil endüstrilerin peşine takıldığı semtler vardır. Galata ve Kasımpaşa’daki gemi inşacılığı, ilgili esnafı buralarda toplamıştır. Demirciler Galata’nın batı ucunda Azap Kapı çevresinde bulunuyordu. Savaş teçhizatı imalathanelerinin çevresinde deniz inşacılığıyla ilgili atölyeler artmıştır. Kalafatçılar, halatçılar, seren ve direk imalatçıları, demirciler bunların arasında sayılabilir. Maden işlemesini iyi bilen Çingeneler Kasımpaşa’da, tekne yapımında yetenekli Laz ve Rumlar Kasımpaşa, Galat ve Tophane’de mahalleler kurmuşlardır.
17. Yüzyıl’da imalatçı veya zanaatkarların çoğunun aynı zamanda tüccar oldukları, bu olgunun da zanaatkarları ticaret semtlerine, müşterilerin yoğun olduğu semtlere yönlendirildiği unutulmamalıdır. Bu durum imalatçı ve zanaatkarların yerleşim alanı ile tüccar ve toptancıların yerleşim alanlarındaki dikkat çekici çakışmayı açıklamaktadır.
Galata’daki Sanayinin Etkisi İle Beyoğlu Yerleşme Alanının Doğuşu
Galata, Karaköy ve çevresinde yer alan bu iki önemli sanayi kuruluşu, bugünkü “Beyoğlu” olgusunun oluşmasına doğrudan etkili olmamıştır. Ancak devlet tarafından desteklenen bu sanayinin çevresini saran yan sanayilerin oluşturduğu birikim, 19. Yüzyıl Beyoğlu’nu besleyen üretim sanayiinin çekirdeğini oluşturduğu düşünülebilir.
Gerçekten de, daha 16. Yüzyıl’da, batıdan Tersane, doğudan Tophane olmak üzere iki önemli askeri tesis ve bunların yoğun yerleşmeleri ile sınırlandırılan, sur içindeki Galata, ticaret limanı olmasının getirdiği hareketle de oldukça sıkışık ve karmaşık bir görünüm almıştı.
Bu dönemde Fransız Sefaretinin Galata surlarının dışında bir yere çıkmasına izin verilmesi ile, Beyoğlu tarih sahnesinde yer almıştır. 16. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren elçilikler, Beyoğlu sırtlarına yerleşmeye başladığı sırada, Beyoğlu henüz bağlık bahçelik tenha bir yerdi.
Yabancı elçilikler kurulduktan bir süre sonra, bunların etrafında batılı bir koloni grubu oluşmaya başlamıştı. Elçilik görevlilerinden başka yabancı uyruklular, bunların arkasından da gayri Müslim azınlıklar, 17. Yüzyıl’da yavaş yavaş, 18. Yüzyıl’da ise biraz daha belirgin biçimde bölgeye akmaya başlamıştı. Kısacası, elçilikler çevresinde Galata ve Pera’nın kaderini etkileyen sosyal bir hareketin oluşumu söz konusuydu.
Beyoğlu’nda elçilerin dışında, orada evleri olan yabancı tüccarlar ikamet ediyordu, oysa bunların işyerleri Galata’daydı. Beyoğlu, bir işyeri olmaktan çok bir ikamet yeri olarak kullanılıyordu. Kuşkusuz tüccarlar burada ikamet ediyordu, ama bunların sayısı hem çok azdı, hem de dükkanları burada değildi. Malları tepeler üzerinde yığmaktansa, aşağıda Galata’da dükkanlarda toplamak çok daha kolaydı, yokuş dikti ve sokaklar çok uygun değildi. Ayrıca, ticaret için kolaylıklar Galata’da bulunuyordu.
Bütün bunların sonucunda, Pera ancak 19. Yüzyıl’da bütün İstanbul yerleşim alanının en önemli ticaret merkezi haline gelmeye başlamıştır. Böylece, daha başından beri uluslararası bir ticaret merkezi olan Galata’ya bağlı olarak gelişmiş, yabancı kökenli bir yerleşme alanı olarak doğmuştur.
(... Devam ediyor)